Komalen Jinen Ciwan

İnsan, nasıl ki çocukluk çağlarında hep bir yaşam ve bilgi merakı içindeyse, soruları çok ve arayışları yoğunsa, insanlığın ilk oluşum çağlarında da yoğun bir merak içindedir, sorularla doludur. Aslında buna insan olmaktan, toplum olmaktan kaynaklı arayış ve merak demek daha doğru olacaktır. Çocukken de, gençken de, olgunluk ve yaşlılık çağlarındayken de insan hep bir arayış içinde iken; tarih boyunca toplumlar, kültürler, farklı kimlikler de sürekli bir arayış içinde olmuşlardır. Arayışların en genel anlamda zayıfladığı, hatta neredeyse bitti denildiği yer ve zamanda bile, mutlaka arayan, hisseden, duyan, gören, bilmek isteyen hakikat arayışçıları olmuştur. Bu, olmazsa olmaz bir aşk, tutku olarak daima yaşanmış, büyük bedeller ödenerek hakikat haline gelinmiştir.

Hakikat arayışı çok önemli olmakla birlikte, en az onun kadar önemli olan diğer bir konu da hakikate ulaşma yöntemidir. Yöntemsiz bir hakikat arayışı, daha doğrusu hakikat kavuşması mümkün değildir. Hakikati arayabilirsin, soruların çok da olabilir, ancak ona ulaşmanın yol ve yöntemi yoksa, bu sadece bir niyet, hayal veya soyut bir fikir mezarlığı olmanın ötesine geçemez. Bu nedenle hakikatte yöntem, olmazsa olmaz bir ilke, oluş diyalektiğidir. Bu kapsamda insanlık tarihi boyunca mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel yöntem olarak dört temel biçim açığa çıkmıştır. Her bir yöntem hayatın ve evrenin bilinmezliklerini bilmeye, anlamlandırmaya; kendisince iyiyi, doğruyu, güzeli, anlamlı olanı, farklılıklarıyla bir ve bütün olanı bulmaya çalışmıştır.

Kürdistan tarihinde de şüphesiz bu arayış serüveninin çok yönlü ve zengin isimleri, yüzleri vardır. Proto Kürt tarihi, örtük tarih ve inkar tarihi, bu serüvenin inanılmaz zenginliğini ve yaygınlığını sunmaktadır, ancak örtülü kaldığı ve inkar edildiği için hala bir çok yönüyle keşfedilmeyi, yeniden anlamlandırılmayı beklemektedir. İşte APOCU düşünce tarzı, APOCU felsefe dediğimiz gerçeklik de Kürdün ve insanlığın, kadınlığın örtük tarihinin örtüsünü kaldırmaya, ölümden beter yok sayılmaya, inkar edilmeye karşı varlığını ispatlamayı ve onu özgürleştirmeyi esas alan bir hakikat yolu, yöntemidir. Ki bu yöntem, Önder APO’nun çocukluğundan bugüne kadar birbirinden kopmayan, bilakis her defasında birbirini tamamlama ve süreklileştirme temelinde yürüyen bir hakikat yöntemidir. Her anı büyük bir merak, soru, şüphe, arayış, sarsılma, ısrar, kararlılık, yıkma ve inşa, dönüşüm, genel olarak doğru olana ulaşma ama ulaştığıyla da yetinmeme ile geçen bir yaşam, yürüyüş ve hakikate ulaşma savaşıdır bu. Yöntemi, kendi yaşam mücadelesiyle, öz tecrübesiyle, her bir aşamasını anlamlandırıp diğerine bağlayarak, sürekli büyütüp besleyerek geliştirmiştir Önder APO. Bu nedenle APOCULUK Kürdistan’da, Ortadoğu’da ve bugün dünyada bir düşünce, bir yaşam ve bir mücadele tarzı, stratejisi olarak ifadesini bulmuştur.

APOCULUK, insanı, doğayı, yaşamı, ben ve ötekini, biz gerçekliğini, hayatın organizasyonel-ilişkisel gerçeğini her anında soran sorgulayan, mevcut olanı kabul etmeyip doğrusu, hakikati hangisidir diye sorup cevabını kendinden başlayarak ve hevalleriyle, toplumuyla paylaşarak veren, derinleştiren bir tarzdır. Hakikate, insanlık tarihinin açığa çıkarmış olduğu tüm değerlerle ve yine mitoloji, dini, felsefi ve bilimsel yöntemleri iç içe geçirerek bütünlüklü ulaşmayı esas alan bir çizgidir. APOCU tarzda, yöntemler birbirinden koparılamaz, yöntemleri birbirinden koparmak, hakikati parçalamak anlamına gelir ki bu da hayatın doğrularından insanı uzaklaştırır. Biz buna Demokratik Modernite Paradigmasının bilim yöntemi de diyebiliriz, Önder APO şahsında ve tarzında hayat bulan bir yöntemdir. Somuttur.

Önder APO, tüm mücadele hayatı boyunca bilimci yöntemi değil bilimsel yöntemi esas almış, bu bilimsel yöntemi mitolojik, dini ve felsefik hakikatlerle besleyerek kendine has bir tarzı açığa çıkarmıştır. Özellikle de çözümleme diye ifade ettiğimiz yöntem, bunun en bilinen, görünen yanı olmaktadır. Çözümleme bir açıdan analiz anlamına da gelir, ancak bu analiz yöntemi kuru, parçalayan, dogmatik ve statik bir tarzda değildir. Bilakis bu analiz yöntemi sosyolojiden tutalım psikolojiye, arkeolojiye, tarihe, pedagojiye, ontolojiden epistemolojiye, metodolojiye kadar uzanan, tüm bunları kendi içine alan ve yoğuran bir yöntem olmaktadır. Bu bilim alanları tek tek böyle isimlendirilmez, ancak uygulanan yöntem tam da bunların başarılı bir bileşkesi, sentezidir. Bir insanı ele alıştan tutalım da tarihi, coğrafyayı, kültürü, sosyolojiyi, politikayı, psikolojiyi, fiziği, mikro ve makro kozmosu, doğayı bütünlüğü içinde kavramaya çalışan yöntemiyle hakikate kolektif ya da komünal tarzda ulaşmayı esas alır. Aslında tüm bunların toplamına; tüm yöntemleri içine alan bilimsel yöntemiyle APOCU’luğa, DÖNÜŞÜM BİLİMİ VE YÖNTEMİ demek de yerinde olacaktır. İnsanın, doğanın, evrenin hakikatine komünal zihniyet ile bütünlüklü bir bakış açısıyla ulaşma yöntemi, beraberinde muazzam bir değişim-dönüşüm mücadelesini getirmektedir. Elli iki yıllık mücadele tarihimizin açığa çıkarmış olduğu en temel değerlerden biri de bu olmuştur. Ki bu yönüyle gerçekten de insanda, toplumda değişim-dönüşümün bilimsel değerleri açığa çıkarılmıştır.

Yazımızın konusu olan “Jineolojinin APOCU felsefedeki yeri nedir?” sorusunu da bu DÖNÜŞÜM BİLİMİ ve DÖNÜŞÜM YÖNTEMİ, yine hakikatin bütünlüğü kavramsallaşması etrafında cevaplandırmaya çalışacağız.

Hakikatin çeşitliliği içeren ancak bütünlüklü bir yapısı olduğu gözlerimizin önündeki bir gerçektir. Her türlü varlık-varoluş, ilişki ve çelişki gerçekliği ile özgün-özerk ve genel-bütünlüklü yapısallığı ile hakikatin varoluşuna vesile olur. İnsan toplumu açısından bu durumu ele aldığımızda, toplumun esas bir çeşitlenmesi olan kadınlık ve erkeklik olgusu, ilişki ve çelişkisiyle karşımıza çıkar. İnsan toplumunun hakikati bu her iki cinsin ilişki ve çelişkisi ile anlam bulur ya da anlamsızlaşır. Onbinlerce yıla yayılan erkek egemenlikçi zihniyet ve sistem, toplumun anlamını yaratan bu ilişki ve çelişki diyalektiğini dengesizleştirmiş, kadını ontolojik (varlık) olarak paramparça edip nesneleştirirken, epistemolojik (bilgi-akıl-duygu) olarak da inkar edip anlamsızlaştırmış, yani köleleştirmiştir. Kadın bedensel ve ruhsal olarak kimliğini kaybetmiştir. İşte APOCU düşünce tarzı ve bunun geliştirdiği dönüşüm bilim ve yöntemi, inkar edilen Kürt hakikatini açığa çıkarmayı esas alırken daha derinden inkar edilen ve sömürülen kadın hakikatini de açığa çıkarmayı, özgürleşmeye doğru dönüştürmeyi esas almıştır. Elli iki yıllık PKK tarihi, aynı zamanda bu gerçekliğin büyük bedellerle bu değerleri açığa çıkardığı, toplumsallaştırdığı, komünleştirdiği bir tarih olmuştur. Biz tüm bunları bilimsel ve yöntemsel yaklaşımdan bağımsız ele alamayız.

Jineoloji, işte açığa çıkan tüm bu değerlerin bilimsel analize tabi tutulması, bunun tarihsel geçmişinin kadın gözüyle analiz edilmesi, günümüzdeki tortu ve kalıntılarının görünür hale getirilmesi ve bu tortulardan özgürlük değerlerinin geliştirilmesini esas alır. Bunun için, toplumsal hakikatinden koparmadan kadın gerçekliğine odaklanır. Yani jin’i jiyan’dan koparmaz, bilakis jin’i jiyan’la bütünlüklü ele alarak özgürlük mücadelesinin başaracağını bilir ve yöntemlerini de buna göre belirler. İşte burada APOCU felsefe ve düşünce tarzında ortaya çıkmış olan sosyolojik çözümleme yöntemi, jineolojinin de esas aldığı bir yöntem olur. Kadını, hayat verdiği ve hayat bulduğu toplumsal yaşam ile bütünlüklü ele alarak, özgürleşme mücadelesini, stratejisini, politikasını, kişilik yapılanmasını, stilini, tarzını buna göre belirlemeye, daimi olarak sosyolojik çözümlemesini yapmaya çalışır.

Elbette ki on binlerce yılın erkek egemenliği, toplumsallığı negatifleştirmiş, parçalamış, ahlaki ve politik gücünden düşürüp kadına düşman hale getirmiştir, bu anlamda cinsiyetçi bir toplumsal gerçeklik söz konusudur. Toplum, toplumu doğuran ana kadına düşman hale gelmiştir ki bu çok ağır ve trajik bir durumdur. Burada önemli olan, anlık olarak yaşadığımız bu kırım ve katliam durumunu fiziksel ve ruhsal olarak nasıl aşacağımız konusudur. Ki bu soruya cevap mahiyetinde Jineoloji dergisinin 29. Sayısındaki bir yazıdan kısa bir alıntıya yer vermek istiyoruz:

“İlk ve son sömürge bir cinse, kültürel soykırımla karşı karşıya bir halka ait olmanın betona düşüp parçalanan bir vazoya dönüştürdüğü kimliğimiz ve kişiliğimizi ancak doğru bir tarih bilinci ile onarabiliriz. Japon felsefesi ve sanatında kintsugi adı verilen kırık vazo ve seramikleri, altın ve gümüş tozları ile yeniden onarıp onları kırılmadan önceki halinden daha değerli kılan bir akım vardır. Bu çok özenli ve zahmetli bir iştir; ancak sonuçta kırıklar onarılır, doğru ve yeni forma kavuşulmuş olur. Sömürgeciliğin kimliklerimizde yarattığı yıkımları tamir edebilmek de önce nereden, kim tarafından, nasıl kırıldığımızı, parçalarımızın nereye dağıldığını keşfetmekle işe başlamayı gerekli kılar. Biz buna tarih bilinci, sosyoloji ile tarihi birleştiren bir çaba ile ulaşabiliriz. Fakat bu da yeterli olmaz, daha sonra bu parçaları birleştirecek altın tozu, yani ideoloji ve sosyolojiyi buluşturacak bilinç, çaba ve eylem de gerekir.” (Jineoloji 29.Sayı, Kadın Ağıtlarında Erkeklik ve Sömürgecilik Sorgulaması,
Zeynep Beydağı)

jineoloji burada bizlere hem kırık parçalarımızı, kalıntılarımızı elimize verir ve hem de eskisinden daha da güçlü hale getirebilmemiz için lazım olan altın ve gümüş tozlarını verir. Gerisi ellerimizin mahareti, gücü ve kolektivitesidir. İşte Jineoloji böylesine zorlu bir çelişkiyi çözme iddiasıyla bilimsel hedef ve amaçlarını, yöntemlerini belirler. Burada kadın-toplum, kadın-yaşam ilişkisini yeniden doğru ve özgür temelde kurmak, bu anlamda tamamen cinsiyetçi kodlarla şekillenmiş toplumsal cinsiyetçiliği çözümlemek ve kadınıyla, erkeğiyle, ailesiyle, çocuğuyla, genciyle, var olan kurumlarıyla, yapılanmalarıyla dönüştürmek gibi bir sorumluluk vardır.

APOCU felsefenin bıkıp usanmadan hakikatin peşinden koşan, yalana, eşitsizliğe, köleliğe, anlamsızlığa, yapaylığa, sahteliğe izin vermeyen, onun için her şeyini dönüşüm mücadelesine adayan yaklaşımı, jineolojiye de böyle bir anlam ve içerik katmıştır. Jineoloji bu anlamda toplumu aydınlatarak kadını, kadını aydınlatarak toplumu aydınlatmayı, dönüştürmeyi esas almaktadır. Bu yönüyle APOCU felsefe ve mücadele tarzının açığa çıkarmış olduğu dönüştürme bilim ve yönteminden beslenmektedir. Kadını sosyolojik ele alış, özellikle özgürlük sosyolojisi gözüyle ele alış, mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel yöntemleri kendi süzgecinden geçirerek ve açığa çıkan gerçekleri sentezleyerek hakikate ulaşmaya çalışır. Katman katman, ana tanrıçalıktan saray kadınlığına, saray kadınlığından satiliğe, ev köleliğine bir arkeolog gibi kazı yapar. Hem köleleşen yanları ve hem de özgürlük potansiyelini açığı çıkartır. Sadece toprağın altındakileri değil, bugünde yaşayan kadın varlığında kadının duygu-düşünce-kültür katmanlarını bir arkeolog inceliğiyle kazar, tarihsel sosyolojik çözümlemeye tabi tutar. Her şeyin bütünlüklü olduğu o mucizevi, kapsamlı ve mistik-sırlı yapıya bu yolda yürüyerek dokunmaya, onunla bir olmaya çalışır.

Jineoloji bu anlamda salt masa üstü araştırmalarına dayalı olan soyut bilgi yığınsallığı değildir. Bilakis tarihe, bugüne, geleceğe sosyolojik çözümleme yöntemiyle gidip gelen, bu anlamda aslında zamanı ve mekanı da aşarak özgürlüğe doğru dönüşümü esas alan bir bilim olmaktadır. Bu nedenle de tamamen bir özgür kadın mücadele alanı, politika alanı, üretim ve öz savunma alanı olmaktadır. Kadını, kendi hakikatiyle buluşturarak güçlendirmekte, her koşul altında kendini savunmak kadar kendi özgürlük değerlerini somutlaştırarak komünleştirmenin akılsal, duygusal, politik ve yöntemsel gücünü kazandırmaktadır.

Genç Kadınların aklı da muazzam bir hareketlilik içindedir, bu hareketliliği tıpkı beyindeki nöronların birleşmesi gibi kadın arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın aklıyla, beyniyle buluşturmak, buradan komünal aklı geliştirerek özgür kadınlığımızı keşfetmek, bunun soylu mücadelesini yürütmek, hakikatimizin sırrına bir de böyle ermeye çalışmak en güzeli, en aşklısı olsa gerek!

Komünal zekanın ve mücadelenin aşklı duygusuyla sizleri sevgiyle selamlıyorum.”