GENÇ KADINLAR! SANALLIĞA, HAYATI KARARTAN PEMBE HAYALLERE, ERKEKÇİ SİSTEMİN TÜM TUZAKLARINA ŞİMDİ HEMEN “HAYIR” DEMENİN ZAMANIDIR!

Çocukluk anlam doğuşudur, Gençlik doğan anlamın çeşitlenmesi, taşması, kuvvetlenmesidir. Genç Kadın olmak ise hem çocukluğun, hem gençliğin ve hem de kadınlığın enerjisini, kuvvetini, çeşitliliğini kendinde toplamak, bu anlamda dinamizmi maximum düzeyde yaşamak demektir. Biyolojik ve toplumsal evrimde, genç kadının durumu böyle bir gerçekliği ifade eder. Doğanın ve kadınlığın enerjisi böyle bir buluşmayı yaşar genç kadında. Genç kadın bu anlamda büyük bir yaşam enerjisi, gücü ve taşıranıdır. Bu taşınan büyük potansiyel, erkek egemenlikli sistem tarafından da erkenden fark edilmiş ve erkekçi sistem kurguları en başta genç kadındaki bu büyük yaşam enerjisinin çalınmasına, öldürülmesine dayandırılmıştır. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, genç kızların soldurulup ruhen ve fiziki katledilişine tanık olunur. Genç kızların güçlerinin çalınışı, öldürülüşü, esasta toplumsal komünal gücün çalınışı, öldürülüşü olur. Tabii burada öldürme derken, salt fiziki yaşamına kast etme anlamında değildir. Bunu da içermek üzere ancak esasta ruhsal düşünsel, ve duygusal kast eden, bilinçleri dumura uğratan, erkekçi sistemlerin temelini teşkil eden ve yine bu sistemlerin devamını garantileyen bir politikadır. Herhangi bir politika değildir, sürekliliği olan ve gerçekten egemenlikli sistemler için yaşamsal olan bir politikadır, zihniyettir. Toplumsal yaşam çocukluktan ve bir de işte bu gençlik aşamasından başlamak üzere zehirlenir, toplum klasik egemen-köle ikileminde terbiye edilir. Toplumsal yaşamın temel özneleri olan kadın ve erkek için bu terbiye yöntemleri ayrı ayrı, ama birbirini gerilikte, sömürüde, eşitsizlikte ve özgürsüzlükte muazzam tamamlayan, bütünleyen bir biçimde uygulanmaktadır. Erkeğe hep hükmedici, belirleyici, abartılı bir kimlik tanınırken, kadına da boyun eğici, uslu, hanımefendi, silik bir kimlik tanınır. Özne-nesne ikilemi, en derinden ve en çarpıcı bir biçimde erkek-kadın kimliklerine tanınan rollerde görülür. Bu role göre erkek öznedir, kadınsa nesnedir. Toplumsal cinsiyetçiliğin tanımladığı bu lanetli kimliğin dışına çıkan kızlar ise ya cadı ya şeytan ya da ipe sapa gelmez kızlar olarak tanımlanır ve toplumdan dışlanırlar. İnsanı terbiye etmenin en eski yöntemi, ta neolitik çağlardan beri içinde bulunduğu topluluktan dışlanması, kovulmasıdır. Ve egemenlikçi sistem tüm komünal değerlere düşman olmasına rağmen, komünalizmin bu ahlaki yaklaşımını, kendi ideolojisine göre kişiyi terbiye etmede temel bir yöntem olarak belirlemiştir. Genç kızlar yaşam enerjilerinin en yoğun ve en dinamik olduğu bir çağda, en geri ahlaki yasalarla ‘havuç ve sopa’ yöntemleri ile eğitilirler. Erkeklere nasıl tabi olacakları, kendi bedenlerini, düşüncelerini, duygularını, dillerini nasıl bastıracakları ve mimiklerini nasıl standartlaştıracakları gibi -daha da ayrıntılara girilebilir- erkek merkez alınarak geliştirilen davranış biçimleri öğretilir. Elbette ki kendi özgücünden, doğal akışından koparılan genç kadında, önce dıştan dayatılarak öğretilen baskı, giderek oto baskıya dönüşür. Kimse böyle baskı geliştirmese dahi, bu ucube ve erkekçi sisteme göre geliştirilen davranışlar, düşünce ve duygu biçimi artık içselleşmiştir, kendi kendine bunu uygular. Toplumsal cinsiyetçilik genç kadında böyle geri bir kimliğe dönüşmüş, kadın kendine yabancılaşmaya başlamış, uçurumdan aşağı gidiş süreci startını almıştır. Nûçe Ciwan, [13.07.2025 15:16] Genç kadınlık bu yüzden çok ağır bir süreçtir. Fiziksel, ruhsal, düşünsel büyümeye, gelişmeye doğru giden genç kadın, bin bir türlü canavarın olduğu bir ormanda yapayalnız kalmış gibidir. Her tarafından tuzaklar kurulmuştur. Ailede, okulda, işyerinde, sokakta, ilişkilerinde, düşünülebilecek her yerde hemen fark edilemeyen, binlerce tuzak vardır. Erkek egemenlikli sistemin kurmuş olduğu bu tuzaklar, genç kadının kendi doğasında, özünde var olan iradeyi, güzelliği, anlamı daha kendine-kadına, topluma ait hale gelmeden, erkeğin her türlü iradesine boyun eğdirmek, kendi pis hizmetlerine koşturmak içindir. Bu çok kaba tabir, hemen hemen tüm genç kadınların karşılaştığı bir durumdur. Beş bin yıldır genç kadınlar, işte bu uslu akıllı kız, hanmefendi, ailenin iyi kızı hikayeleriyle kandırıldı, tamamen sisteme boyun eğer hale getirildi. Bir de bu terbiyeyi kabul etmeyip buna isyan eden genç kadınlar vardır. Tabii bu da çok önemli bir boyuttur. Çünkü erkekçi sistem, kendi tedbirlerini o kadar çok yönlü almıştır ki, genç kadın isyanında bile pişmanlığa sürüklenir. Örneğin ailesine, babasına, geleneklere isyan eden bir kadın, öncelikle evden kaçmayı, kendi yaşamını kendi kurmayı hayal eder ve bunu yapar. Ancak yaşam tecrübesi ve egemen erkek tahlili hemen hiç olmayan genç kadın, daha isyanının ilk adımında, erkeklerin çirkin tuzaklarına düşer. Nice genç kadın, isyanının ilk aşamasında genelevlere düşmüş ya da özel evlerde evdeki babasından, abisinden daha beter erkeklerin elinde yaşamı zehir hale gelmiştir. İsyanında korkunç teslim alınmıştır. Bu sinsi tuzakların sayesinde erkeğe isyanı, erkeğe teslimiyeti getirmiştir. Erkekçiliği bir sistem olarak göremeyen genç kadın, bir erkekten kurtulmaya çalışırken, başka bir erkeğin kollarında can çekişir. İşte korkunç bir kısır döngü. Tarih bunları yazmaz ama binlerce yıldır kaç milyar kadın bu değirmenin taşları arasında ezilmiş, çiğnenmiş, fiziken ve ruhen katledilmiştir. İşte bu yaşamın tek renkli hale getirilmesi, nesneleştirilmesi, silikleştirilmesi anlamına gelir. Yaşamda kadının dilinin, sesinin, iradesinin silikleştirilmesi, o yaşamı çekilmez, çirkin ve tek taraflı hale getirir. Kadının dilsizliği, doğanın dilsizliği, nihayetinde yaşamın dilsizliğidir. Ve erkekçi sistemler bu dilsizliği, önce genç kadında başlatırlar. Çokça belirtildiği gibi egemen erkek sistemin “önce kadını vur” ilkesi, aslında “önce genç kadını vur” ilkesidir. Kadını gençken vurur ki ya ölsün ya da ömür boyu yaralı kalıp can çekişsin. Çağımızın sosyalizm mücadelesi, bu anlamda önce kadınları, genç kadınları erkekçi sistemin tuzaklarından kurtarma ve bu tuzakların dışında bir yaşam alanını yaratmaktan geçmektedir. Bu öyle geçmişte olduğu gibi hep geleceğe ertelenen bir devrim anlayışıyla ele alınamayacak düzeyde ciddi ve yaşamsal bir tutumdur. Bilinçle birlikte yaşanan an’da mücadele edilmesi ve inşa edilmesi gereken bir zihniyettir. Komünal değerler genç kızlarımızın iradesinin, bedeninin, ruhunun ve bilincinin yok edilmesi ile zehirleniyor, kirletiliyor ve hatta korkunç düzeylerde marjinalleştiriliyor. O halde çağdaş komünalizm mücadelesi olan sosyalizm mücadelesi, bu en temel ve kilit soruna mutlaka el atıp çözümlemek zorundadır. Nûçe Ciwan, [13.07.2025 15:16] Tabii ki buradaki temel özne başta genç kadınlar olmak üzere tüm kadınlar oluyor. İşte bu nedenle 21. yüzyıl kadınlar ve halklar yüzyılıdır. Çağımızın sosyal mücadelesinin garantisi, temel zafer gücü, kesinlikle kadınların ve halkların iradesinin katıldığı bir yaşam sistemini kurmaktır. Artık devrim ve çözüm dediğimiz gerçeklik, an’lar, yıllar sonrası gerçekleşecek bir hayal, ütopya, kurgu değildir, şimdiden yaratılan bir gerçekliktir. Bunun anlaşılması çok önemlidir, çünkü aslında çağlar boyunca verilen özgürlük mücadelelerinin bir yetersizliği de buradadır. Bildiğini oldurmak denilen de budur aslında. Kadının köleleştirilmesine, iradesizleştirilmesine karşı özgürlüğü istediğimiz ve bildiğimiz anda kendimizde ve yaşadığımız toplumsal sistem içerisinde bu özgürlüğü oldurma, inşa etme görevi-sorumluluğu ile karşı karşıyayız demektir. Binbir tuzakla dolu egemen sistem içerisinde, kadın özgürlük yaşam alanları açmak mümkündür. Özellikle de genç kadınlar bu konuda çok önemli bir sorumluluk taşımaktadırlar. Genç kadın, soldurulmak,
Virginia Woolf Kimdir?

HABER MERKEZİ- “1882’de ayrıcalıklı bir İngiliz ailesinde doğan yazar Virginia Woolf, küçük bir kızken yazmaya başladı ve ilk romanı The Voyage Out’u 1915’te yayınladı. Mrs. Dalloway , To the Lighthouse ve Orlando gibi modernist klasiklerin yanı sıra öncü feminist eserler olan A Room of One’s Own ve Three Guineas’ı yazdı. 25 Ocak 1882’de doğan Adeline Virginia Stephen, dikkat çekici bir evde büyüdü. Babası Sir Leslie Stephen, bir tarihçi ve yazardı ve aynı zamanda dağcılığın altın çağının en önemli figürlerinden biriydi. Woolf’un annesi Julia Prinsep Stephen, Hindistan’da doğmuş bir hemşireydi ve meslek hakkında bir kitap yazmıştı. Woolf yedi kardeşiyle birlikte Kensington’daki 22 Hyde Park Gate’de aynı çatı altında yaşıyordu. Woolf’un iki erkek kardeşi Cambridge’de eğitim görmüştü, ancak tüm kızlar evde eğitim görüyordu ve ailenin görkemli Viktorya dönemi kütüphanesin kullanıyorlardı. Dahası, Woolf’un ebeveynleri hem sosyal hem de sanatsal açıdan son derece iyi bağlantılara sahipti. Babası, ölen ilk karısının babası William Thackeray ve George Henry Lewes’in yanı sıra birçok başka önemli düşünürün arkadaşıydı. Annesinin teyzesi, ünlü 19. yüzyıl fotoğrafçısı Julia Margaret Cameron’dı. Woolf, doğduğu zamandan 1895’e kadar yazlarını İngiltere’nin en güneybatı ucundaki bir sahil kasabası olan St. Ives’da geçirdi. Bugün hala ayakta olan Stephens’ın yazlık evi Talland House, etkileyici Porthminster Körfezi’ne bakar ve yazılarına ilham veren Godrevy Deniz Feneri’nin manzarasına sahiptir. Virginia, genç bir kızken meraklı, neşeli ve oyuncuydu. Ailesinin komik anekdotlarını belgelemek için bir aile gazetesi olan Hyde Park Gate News’i çıkarmaya başladı. Ancak erken travmalar, üvey kardeşleri tarafından cinsel tacize uğraması da dahil olmak üzere çocukluğunu kararttı; bu konuyu A Sketch of the Past ve 22 Hyde Park Gate adlı denemelerinde yazdı. 1895’te, 13 yaşındayken, annesini ve kız kardeşini kaybetti. Woolf, kişisel kayıplarıyla uğraşırken, King’s College London’ın Kadınlar Bölümü’nde Almanca, Yunanca ve Latince çalışmalarına devam etti. Dört yıllık eğitimi onu eğitim reformlarının başındaki bir avuç radikal feministle tanıştırdı. 1904’te babası mide kanserinden öldü ve bu, Woolf’un kısa bir süreliğine akıl hastanesine yatırılmasına yol açan başka bir duygusal gerilemeye sebep oldu. Virginia Woolf’un edebi ifade ile kişisel ıssızlık arasındaki dansı hayatının geri kalanında devam edecekti. 1905’te The Times Literary Supplement için katkıda bulunarak profesyonel olarak yazmaya başladı. Babalarının ölümünden sonra, Woolf’un kız kardeşi Vanessa ve erkek kardeşi Adrian, Hyde Park Gate’deki aile evini sattı ve Londra’nın Bloomsbury bölgesinde bir ev satın aldı. Bu dönemde Virginia, aralarında sanat eleştirmeni Clive Bell’in romancı EM Forster’ın, ressam Duncan Grant’in, biyografi yazarı Lytton Strachey’in, ekonomist John Maynard Keynes’in ve deneme yazarı Leonard Woolf’un da bulunduğu entelektüel ve sanatçılardan oluşan bir çevre olan Bloomsbury Grubu’nun birkaç üyesiyle tanıştı. Woolf aynı gruptan olan Leonard ile evlenmeden birkaç yıl önce, Virginia ilk romanı üzerinde çalışmaya başlamıştı. Orijinal adı Melymbrosia idi. Dokuz yıl ve sayısız taslaktan sonra, 1915’te The Voyage Out adıyla yayınlandı . Woolf, kitabı, ilgi çekici ve sıra dışı anlatı perspektifleri, rüya halleri ve serbest çağrışım düzyazısı dahil olmak üzere çeşitli edebi araçlarla deneyler yapmak için kullandı. İki yıl sonra, Woolf’lar kullanılmış bir matbaa satın aldı ve evleri Hogarth House’dan işletilen kendi yayınevi olan Hogarth Press’i kurdu. Virginia ve Leonard, kendi yazılarının bir kısmını ve Sigmund Freud, Katharine Mansfield ve TS Eliot’un eserlerini yayınladılar. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bir yıl sonra, Woolf’lar 1919’da Rodmell köyündeki bir kır evi olan Monk’s House’u satın aldı ve aynı yıl Virginia, Edwardian İngiltere’de geçen bir roman olan Gece ve Gündüz’ü yayınladı. Üçüncü romanı Jacob’s Room 1922’de Hogarth tarafından yayınlandı. Kardeşi Thoby’nin hikayesine dayanan bu roman, modernist öğeler içeren önceki romanlarından önemli bir sapma olarak kabul edildi. Woolf, 1925’te dördüncü romanı Mrs. Dalloway ile övgü dolu eleştiriler aldı. Büyüleyici hikaye iç monologları iç içe geçiriyordu ve I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’de feminizm, akıl hastalığı konularını gündeme getiriyordu. Mrs. Dalloway, Vanessa Redgrave’in başrol oynadığı 1997 yapımı bir filme uyarlandı ve Michael Cunningham’ın 1998 tarihli romanı The Hours’a ve 2002 yapımı bir film uyarlamasına ilham kaynağı oldu. 1928 tarihli romanı To the Lighthouse da eleştirel bir başarı yakaladı ve bilinç akışı hikaye anlatımı nedeniyle devrim niteliğinde kabul edildi. Modernist klasik, Ramsay ailesinin İskoçya’daki Skye Adası’nda tatil yaparken yaşadıkları hayatlar üzerinden insan ilişkilerinin alt metnini inceliyor. Woolf, Woolf’un 1928 tarihli Orlando romanına ilham kaynağı olan Sackville-West’te edebi bir ilham perisi buldu. Roman, 30 yaşında gizemli bir şekilde kadına dönüşen ve üç yüzyıl boyunca İngiliz tarihinde yaşayan bir İngiliz asilzadesini konu alıyor. Roman, çığır açan eseri ve yeni bir popülerlik seviyesi için eleştirel övgü alan Woolf için bir dönüm noktasıydı. Woolf 1929’da kadın kolejlerinde verdiği derslere dayanan ve edebiyatta kadınların rolünü incelediği feminist bir deneme olan Kendine Ait Bir Oda’yı yayımladı . Eserde, “Bir kadın kurgu yazacaksa parası ve kendine ait bir odası olmalıdır” fikrini ortaya koydu. Woolf bir sonraki eseri Dalgalar’da (1931) anlatı sınırlarını zorladı ve bunu altı farklı karakterin sesinden yazılmış bir “oyun-şiir” olarak tanımladı. Woolf, 1937’de hayattayken yayımlanan son romanı olan Yıllar’ı yayımladı; bu romanda bir ailenin bir nesil boyunca geçirdiği tarih anlatılıyordu. Ertesi yıl, Kendine Ait Bir Oda’nın feminist temalarını sürdüren ve faşizm ile savaşı ele alan Üç Gine adlı bir deneme yayımladı. Woolf kariyeri boyunca kolejlerde ve üniversitelerde düzenli olarak konuşmalar yaptı, dramatik mektuplar yazdı, dokunaklı denemeler yazdı ve uzun bir kısa hikaye listesi yayınladı. Kırklı yaşlarının ortalarında kendini entelektüel, yenilikçi ve etkili bir yazar ve öncü bir feminist olarak kanıtlamıştı. Rüya benzeri sahneleri derin gerilimli olay örgüleriyle dengeleme becerisi, meslektaşlarından ve halktan inanılmaz bir saygı görmesini sağladı. Woolf’un kocası Leonard, karısının depresyona girdiğine işaret eden her türlü işaretin farkındaydı. Leonard, karısının Between the Acts adlı son el yazması üzerinde çalışırken, giderek derinleşen bir umutsuzluğa kapıldığını gördü. O sırada, II. Dünya Savaşı sürüyordu ve çift, İngiltere’nin Almanya tarafından işgal edilmesi durumunda, Yahudi olan Leonard’ın özellikle tehlikede olacağından korkarak birlikte intihar etmeye karar verdiler. 1940’ta, çiftin Londra’daki evi, Almanların şehri bombalaması olan Blitz sırasında yıkıldı. Umutsuzluğuyla baş edemeyen Woolf, paltosunu giydi, ceplerini taşlarla doldurdu ve 28 Mart 1941’de Ouse Nehri’ne yürüdü. Suya girerken, dere onu da beraberinde götürdü. Yetkililer cesedini üç hafta sonra buldu. Leonard Woolf onu yaktırdı ve kalıntıları evleri olan Monk’s House’a dağıtıldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra popülaritesi azalsa da, Woolf’un eserleri 1970’lerdeki feminist hareket sırasında yeni nesil okuyucularla yeniden yankı buldu. Woolf, 21. yüzyılın en etkili yazarlarından biri olmaya devam ediyor. Woolf, The Common Reader’da yayımlanan “Mordern Kurgu” adlı makalesinde , Modern roman ve onun ayırt edici
Önder APO’dan Görüntülü Çağrı Mesajı Geldi
Tüm Yurtsever Genç Kadınlara!

Yeni mücadele dönemimiz olan 2025 yılında, büyük bir coşku ve umut ile karşıladığımız 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü; Rozalar, Sakineler, Bişengler, Saralar, Viyanlar, Vejinler ve Ronahiler şahsında tüm genç kadınlara ve dünya kadınlarına kutluyoruz. Bu yıl 8 Mart; Önderliğimizin geliştirdiği ‘Barış ve Demokratik Toplum’ manifestosu ve özgürlük hakikatin bir karede buluşmasını ifade eden Önderliğimizin resminin bizlere ulaşması ile daha anlamlı ve tarihi bir ifadeye kavuşmuştur. Bizlere özgür bir kadın olmanın ‘Xebûn’ olmaktan geçtiğini öğreten ve birebir kadın özgürlük mücadelesini başlatan ve öncülüğünü yapan Önder APO’yu; kadın özgürlük mücadelemizin tüm kadın kırım politikalarına karşı zirveye ulaştığı bu dönemde; sonsuz defa saygı, sevgi ve özlem ile selamlıyoruz. Her yıl ve her dönem olduğu gibi Önder APO her zaman kadını anlamlı kılmak ve özgürleştirmek için çok büyük bir çaba sarf etmiş ve gerici erkek zihniyetinin uygulamalarına ve dayatmalarına karşı hiçbir zaman geri adım atmamıştır. Özgür kadın yaratma tutkusundan vazgeçmemiştir. Bizler bu gerçeklik doğrultusunda yönünü Önder APO’ya veren genç kadınlarız. Bu temelde 27 Şubat tarihinde Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı ile bizzat Önderliğimizin başlattığı demokratik ve özgürlükçü değişim hamlesini ve projesini, başta biz genç kadınlara verilen ve uygulanması gereken bir talimat olarak ele alıyor, genç kadınlar olarak tüm mücadelemiz ve inancımız ile katılıyoruz. Demokratik toplum, gençlerin ve kadınların öncülüğünde inşa edilir. Kapitalist modernite toplumsallığı hedef aldı. Gençleri ve kadınları toplumsallıktan uzaklaştırmayı ve maddileştirmeyi esas bilerek, kendi dinamiklerini geliştirdi. Bir kara bela gibi başta kadınların ve halkların yaşamının üzerine çöktü. Bu temelde tüm asimilasyon, toplum ve kadın kırım politikalarını en vahşi ve ahlak dışı yöntemler ile başta Kürdistan kadınları ve tüm dünya kadınları üzerinde uygulayarak erkek egemen zihniyeti sistemleştirdi. Özgür bir yaşamın ancak ve ancak kadın özgürleştikçe gerçekleşeceğini vurgulayan ve bu temelde özgürlük paradigmasını, mücadelesini geliştiren Önder APO; kapitalist modernitenin tüm temellerini alt üst etmiştir. Her şey den önce, 50 yılı aşan mücadele tarihinde, kadın özgürlükçü toplum bilincini oluşturmayı, esas çizgi olarak belirleyerek, tüm reel sosyalist akımları sarsmıştır. Bu temelde ‘Kadın Özgürlük İdeolojisi’ ile kapitalist moderniteye en büyük darbeyi vurmuştur. Barış ve demokratik toplum çağrısı, en fazla biz genç kadınların canla başla çalışacağı bir hamledir. Bu hamlenin gerçekleşmesi, kadınlara demokratik ve eşitlikçi bir yaşamın kapılarını açacaktır. Genç kadınlar olarak bu çağrının gereklerini yerine getirmek, başarısı için öncülük yapmak bizlerin esas görevidir. Tüm genç kadınları bu tarihi görevin gerekliliklerini yerine getirmeye çağırıyoruz. Önderliğimiz ile fiziki olarak, özgür yaşamak beklentiler ile gerçekleşmez. Yarım asrı aşkındır verilen bedellerin ve değerlerin öğrettiği gibi ancak ve ancak daha da büyütülen bir mücadele ile gerçekleşir. Bu çağrı; yeni, büyük bir direniş ve mücadele döneminin başlangıcıdır. Bu temelde Önderliğimizin fiziki özgürlüğünü gerçekleştirmek ve birebir ‘Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu ’nu oluşturabilmesi ve gerçekleştirebilmesi için, uygun koşulları oluşturmak bizlerin esas ve temel mücadele görevidir. Önderliğimiz fiziki olarak özgür olmadan hiçbir gelişmeden ve demokratikleşme adımından bahsedemeyiz. Kürt, Türk, Arap, Ermen, Süryan ve tüm enternasyonalist genç kadınlar; ezilen ve sömürülen toplum gerçekliğinde, esas hedef alınan kimliğin ve ulusun, kadın ulusu olduğu bilinci ile, tek yürek ve birliktelikle asrın çağrısına sahip çıkmalıdır. Önderliğimizin fiziki özgürlüğünün ve demokratik toplumun gerçekleştirilmesi ile sadece 8 Mart değil yılın 365 günüde emekçi ve özgür kadın günü olacaktır. Bu ruh ve inanç ile genç kadınlar olarak mücadele alanlarına akın edelim, çok yönlü eğitimlerin geliştirilmesi ile Önderliğimizin felsefesi ile buluşalım ve örgütlenelim, sosyalist yaşamı tüm alanlarda geliştirelim. Jin Jiyan Azadî felsefesini haykırarak; Önderliğimizin demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigmasını, 8 Mart’ın tarihsel anlamı ve ruhu ile zafere erdirelim! Bijî Rêber APO Jin Jiyan Azadî Bijî 8 ê Adarê Komelên Jinên Ciwan Koordinasyonu
Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı
Hello world!
Welcome to WordPress. This is your first post. Edit or delete it, then start writing!