APOCU DÖNÜŞÜM BİLİMİ, YÖNTEMİ VE JİNEOLOJİ!

İnsan, nasıl ki çocukluk çağlarında hep bir yaşam ve bilgi merakı içindeyse, soruları çok ve arayışları yoğunsa, insanlığın ilk oluşum çağlarında da yoğun bir merak içindedir, sorularla doludur. Aslında buna insan olmaktan, toplum olmaktan kaynaklı arayış ve merak demek daha doğru olacaktır. Çocukken de, gençken de, olgunluk ve yaşlılık çağlarındayken de insan hep bir arayış içinde iken; tarih boyunca toplumlar, kültürler, farklı kimlikler de sürekli bir arayış içinde olmuşlardır. Arayışların en genel anlamda zayıfladığı, hatta neredeyse bitti denildiği yer ve zamanda bile, mutlaka arayan, hisseden, duyan, gören, bilmek isteyen hakikat arayışçıları olmuştur. Bu, olmazsa olmaz bir aşk, tutku olarak daima yaşanmış, büyük bedeller ödenerek hakikat haline gelinmiştir. Hakikat arayışı çok önemli olmakla birlikte, en az onun kadar önemli olan diğer bir konu da hakikate ulaşma yöntemidir. Yöntemsiz bir hakikat arayışı, daha doğrusu hakikat kavuşması mümkün değildir. Hakikati arayabilirsin, soruların çok da olabilir, ancak ona ulaşmanın yol ve yöntemi yoksa, bu sadece bir niyet, hayal veya soyut bir fikir mezarlığı olmanın ötesine geçemez. Bu nedenle hakikatte yöntem, olmazsa olmaz bir ilke, oluş diyalektiğidir. Bu kapsamda insanlık tarihi boyunca mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel yöntem olarak dört temel biçim açığa çıkmıştır. Her bir yöntem hayatın ve evrenin bilinmezliklerini bilmeye, anlamlandırmaya; kendisince iyiyi, doğruyu, güzeli, anlamlı olanı, farklılıklarıyla bir ve bütün olanı bulmaya çalışmıştır. Kürdistan tarihinde de şüphesiz bu arayış serüveninin çok yönlü ve zengin isimleri, yüzleri vardır. Proto Kürt tarihi, örtük tarih ve inkar tarihi, bu serüvenin inanılmaz zenginliğini ve yaygınlığını sunmaktadır, ancak örtülü kaldığı ve inkar edildiği için hala bir çok yönüyle keşfedilmeyi, yeniden anlamlandırılmayı beklemektedir. İşte APOCU düşünce tarzı, APOCU felsefe dediğimiz gerçeklik de Kürdün ve insanlığın, kadınlığın örtük tarihinin örtüsünü kaldırmaya, ölümden beter yok sayılmaya, inkar edilmeye karşı varlığını ispatlamayı ve onu özgürleştirmeyi esas alan bir hakikat yolu, yöntemidir. Ki bu yöntem, Önder APO’nun çocukluğundan bugüne kadar birbirinden kopmayan, bilakis her defasında birbirini tamamlama ve süreklileştirme temelinde yürüyen bir hakikat yöntemidir. Her anı büyük bir merak, soru, şüphe, arayış, sarsılma, ısrar, kararlılık, yıkma ve inşa, dönüşüm, genel olarak doğru olana ulaşma ama ulaştığıyla da yetinmeme ile geçen bir yaşam, yürüyüş ve hakikate ulaşma savaşıdır bu. Yöntemi, kendi yaşam mücadelesiyle, öz tecrübesiyle, her bir aşamasını anlamlandırıp diğerine bağlayarak, sürekli büyütüp besleyerek geliştirmiştir Önder APO. Bu nedenle APOCULUK Kürdistan’da, Ortadoğu’da ve bugün dünyada bir düşünce, bir yaşam ve bir mücadele tarzı, stratejisi olarak ifadesini bulmuştur. APOCULUK, insanı, doğayı, yaşamı, ben ve ötekini, biz gerçekliğini, hayatın organizasyonel-ilişkisel gerçeğini her anında soran sorgulayan, mevcut olanı kabul etmeyip doğrusu, hakikati hangisidir diye sorup cevabını kendinden başlayarak ve hevalleriyle, toplumuyla paylaşarak veren, derinleştiren bir tarzdır. Hakikate, insanlık tarihinin açığa çıkarmış olduğu tüm değerlerle ve yine mitoloji, dini, felsefi ve bilimsel yöntemleri iç içe geçirerek bütünlüklü ulaşmayı esas alan bir çizgidir. APOCU tarzda, yöntemler birbirinden koparılamaz, yöntemleri birbirinden koparmak, hakikati parçalamak anlamına gelir ki bu da hayatın doğrularından insanı uzaklaştırır. Biz buna Demokratik Modernite Paradigmasının bilim yöntemi de diyebiliriz, Önder APO şahsında ve tarzında hayat bulan bir yöntemdir. Somuttur. Önder APO, tüm mücadele hayatı boyunca bilimci yöntemi değil bilimsel yöntemi esas almış, bu bilimsel yöntemi mitolojik, dini ve felsefik hakikatlerle besleyerek kendine has bir tarzı açığa çıkarmıştır. Özellikle de çözümleme diye ifade ettiğimiz yöntem, bunun en bilinen, görünen yanı olmaktadır. Çözümleme bir açıdan analiz anlamına da gelir, ancak bu analiz yöntemi kuru, parçalayan, dogmatik ve statik bir tarzda değildir. Bilakis bu analiz yöntemi sosyolojiden tutalım psikolojiye, arkeolojiye, tarihe, pedagojiye, ontolojiden epistemolojiye, metodolojiye kadar uzanan, tüm bunları kendi içine alan ve yoğuran bir yöntem olmaktadır. Bu bilim alanları tek tek böyle isimlendirilmez, ancak uygulanan yöntem tam da bunların başarılı bir bileşkesi, sentezidir. Bir insanı ele alıştan tutalım da tarihi, coğrafyayı, kültürü, sosyolojiyi, politikayı, psikolojiyi, fiziği, mikro ve makro kozmosu, doğayı bütünlüğü içinde kavramaya çalışan yöntemiyle hakikate kolektif ya da komünal tarzda ulaşmayı esas alır. Aslında tüm bunların toplamına; tüm yöntemleri içine alan bilimsel yöntemiyle APOCU’luğa, DÖNÜŞÜM BİLİMİ VE YÖNTEMİ demek de yerinde olacaktır. İnsanın, doğanın, evrenin hakikatine komünal zihniyet ile bütünlüklü bir bakış açısıyla ulaşma yöntemi, beraberinde muazzam bir değişim-dönüşüm mücadelesini getirmektedir. Elli iki yıllık mücadele tarihimizin açığa çıkarmış olduğu en temel değerlerden biri de bu olmuştur. Ki bu yönüyle gerçekten de insanda, toplumda değişim-dönüşümün bilimsel değerleri açığa çıkarılmıştır. Yazımızın konusu olan “Jineolojinin APOCU felsefedeki yeri nedir?” sorusunu da bu DÖNÜŞÜM BİLİMİ ve DÖNÜŞÜM YÖNTEMİ, yine hakikatin bütünlüğü kavramsallaşması etrafında cevaplandırmaya çalışacağız. Hakikatin çeşitliliği içeren ancak bütünlüklü bir yapısı olduğu gözlerimizin önündeki bir gerçektir. Her türlü varlık-varoluş, ilişki ve çelişki gerçekliği ile özgün-özerk ve genel-bütünlüklü yapısallığı ile hakikatin varoluşuna vesile olur. İnsan toplumu açısından bu durumu ele aldığımızda, toplumun esas bir çeşitlenmesi olan kadınlık ve erkeklik olgusu, ilişki ve çelişkisiyle karşımıza çıkar. İnsan toplumunun hakikati bu her iki cinsin ilişki ve çelişkisi ile anlam bulur ya da anlamsızlaşır. Onbinlerce yıla yayılan erkek egemenlikçi zihniyet ve sistem, toplumun anlamını yaratan bu ilişki ve çelişki diyalektiğini dengesizleştirmiş, kadını ontolojik (varlık) olarak paramparça edip nesneleştirirken, epistemolojik (bilgi-akıl-duygu) olarak da inkar edip anlamsızlaştırmış, yani köleleştirmiştir. Kadın bedensel ve ruhsal olarak kimliğini kaybetmiştir. İşte APOCU düşünce tarzı ve bunun geliştirdiği dönüşüm bilim ve yöntemi, inkar edilen Kürt hakikatini açığa çıkarmayı esas alırken daha derinden inkar edilen ve sömürülen kadın hakikatini de açığa çıkarmayı, özgürleşmeye doğru dönüştürmeyi esas almıştır. Elli iki yıllık PKK tarihi, aynı zamanda bu gerçekliğin büyük bedellerle bu değerleri açığa çıkardığı, toplumsallaştırdığı, komünleştirdiği bir tarih olmuştur. Biz tüm bunları bilimsel ve yöntemsel yaklaşımdan bağımsız ele alamayız. Jineoloji, işte açığa çıkan tüm bu değerlerin bilimsel analize tabi tutulması, bunun tarihsel geçmişinin kadın gözüyle analiz edilmesi, günümüzdeki tortu ve kalıntılarının görünür hale getirilmesi ve bu tortulardan özgürlük değerlerinin geliştirilmesini esas alır. Bunun için, toplumsal hakikatinden koparmadan kadın gerçekliğine odaklanır. Yani jin’i jiyan’dan koparmaz, bilakis jin’i jiyan’la bütünlüklü ele alarak özgürlük mücadelesinin başaracağını bilir ve yöntemlerini de buna göre belirler. İşte burada APOCU felsefe ve düşünce tarzında ortaya çıkmış olan sosyolojik çözümleme yöntemi, jineolojinin de esas aldığı bir yöntem olur. Kadını, hayat verdiği ve hayat bulduğu toplumsal yaşam ile bütünlüklü ele alarak, özgürleşme mücadelesini, stratejisini, politikasını, kişilik yapılanmasını, stilini, tarzını buna göre belirlemeye, daimi olarak sosyolojik çözümlemesini yapmaya çalışır. Elbette ki on binlerce yılın erkek egemenliği, toplumsallığı negatifleştirmiş, parçalamış, ahlaki ve politik
Yaşayan ve Yaşatan Akıl; Toplumsal Akıl

YAŞAYAN VE YAŞATAN AKIL, TOPLUMSAL AKIL Roşan Semsûr Akıl, ufuk, havsala, irfan, basiret, zihin, izan gibi birçok farklı karşılayanla günlük yaşamda kullandığımız bir kavram olmasının yanında felsefede de çıkar karşımıza. Aklın doğası ve beyinle olan ilişkisi, akıl-beden ikilemi asırlardır felsefenin temel konuları arasında yer almıştır. Yaratılışçılar, aklın gelişmiş biçimde ve birden ortaya çıktığına yani aklın, kutsal yaratılışın bir parçası olduğuna inanırlarken, karşıt olarak aklın uzun bir evrim sürecinden geçtiğini ve doğaüstü güçlere gereksinmeden açıklanabileceğini savunan görüşler de olmuştur. İlk filozoflardan Herakleitos MÖ. 5.yüzyılda varlık anlayışının temeline koyduğu logos sözcüğünü akıl, ölçü gibi anlamlara gelecek şekilde kullanırken, aklı, evreni bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren ilke olarak tanımladı. Aristotales, akıl, maddenin nasıl ve neden olduğu gibi oluştuğu, neden öyle kalmayıp değiştiği sorularının cevabıdır derken, Sokrates, “insanı insan yapan şey psukhe olup, psukhe’nin özü akıldır. Erdem, yalnızca insana özgü olan akılla ilgilidir. Aklın en önemli fonksiyonu, tıpkı zanaatkârın araçlarını bir şey yaratmak için iyi kullanması ve yönetmesi gibi, onun bireyin hayatını yönetmesi, yönlendirmesi ve düzenlemesidir” der. “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değer olmayan hayattır” derken de aklın yönetme, yönlendirme ve düzenleme özelliğine vurgu yapar. Aydınlanma filozoflarından olan Kant ise aklın, ahlakın kaynağı olduğuna inanıyordu. Aklın bu tanımlamalarına baktığımızda, erdem, araştırma, yaratma, yönlendirme, yaratıcılık gibi kadını ve erkeği kapsayan, tüm insanlık için olan birçok vasıf görürüz. Peki ne oldu da tarihin seyri ortak aklı erkek aklı ve kadın aklı diye bir ayrışmaya götürdü ve günümüze gelindiğinde erkek aklına meyillendi. Aklı, erkek ve kadın diye cinslere ayırmanın doğruluğu, “erkek aklı” ya da kadın aklı, ifadesiyle neyin kastedildiği tartışılması gereken konulardır. Önder Apo`nun hakikate ulaşmada yöntem olarak ortaya koyduğu mitoloji, din, felsefe ve bilimle gelişen insan, büyük bir tecrübe ve toplumsal bir akıl oluşturdu. Fakat insanlığın ortak ürünü olan akıl, Sümer mitolojisinden bu yana erkeklik argümanlarıyla dizayn edildi. Erkek egemen kültür kadını, akıl ve bilgi dünyasından dışlayarak aklı bir cinsin buyruğu altına aldı. Akıl, esnek ve kendi üzerine düşünebilen özel bir olgu olsa da, norm ve kavramsallaştırmalarla gelişir. Bu norm ve kavramsallaştırmalar da insanlara nasıl düşüneceklerini, nasıl yaşayacaklarını öğütler. İnsanlar, bu akıl ürününüyle yaşarken onu, düşünüş formuna, huya, dile ve kültüre dönüştürürler. Nihayetinde “Erkek Aklından” kastedilen, aklın kadına, doğaya ve topluma karşı kültürleşmesidir. Bu kültürleşmeyle bilimciliğin ve aklın ilahileştirilip, maneviyatın ve duygusal aklın ise ötelendiği modernist erkek aklına dayanan sistem geliştirilmiştir. Mesela Aristo, aklı(erkek olanı), duyguya(kadın olana) baskın kabul edip, kadının rolünün annelik olduğunu teorize ederken Hegel, aynı teoriyi iki bin yıl sonra Tinin Fenomolojisi`nde savunmaya devam etmiştir. Oysa kadınla yeksan tutulan duygusal akıl, insan zihninin gelişim aşamalarında ilk gelişen, duyularla ve reflekslerle ilgili akıldır. Analitik akıl ise duygusal akıldan sonra, onunla bağlantılı olarak gelişmiştir ki, insana soyutlama, analiz etme gibi zihni kapasite kazandıran akıldır. Duygusal aklın dışlanması analitik aklı da temelsiz kılmak demektir. Bu nedenle duygusal aklı redderek analitik aklın gelişeceğini düşünmek, köklerini reddetmek ve bugün yaşanan felaketlerin nedenini görememektir. Yaşatan akıl ancak duygusal akılla güçlü bir bağ kurarak gelişebilir. Hegel`in ilerlemeci felsefi görüşü de insan aklını ilkel-ilkel olmayan şeklinde ayrıştırmış, analitik aklın, ilkel kadın aklın aşılmasıyla gelişeceğini savunmuştur. Yani akıl derken kastedilen analitik akıldır ve erkek bilincini oluşturur! Kadının aklı ise aşılması gereken bir engel olarak görülmüştür. Felsefe dünyasının önde gelen erkeklerinden Platon`la başlayıp Hegel ve Bacon`da zirveleşen görüş aktif olan aklın, pasif olan doğadan ve dolayısıyla doğayla iç içe olan kadından kopması gerektiğidir. Yani akıl doğadan ve kadından uzaklaştıkça akıllanacak, erkek kadından ve doğadan uzaklaştıkça erkek olacaktır! Bugün kadınla geliştirilen ilişkilerde erkeğin kendisini ölçü görmesinin nedenini bu görüşlerden muaf ele alamayız. Erkek, aklı kendi alanı olarak ele aldığından, tanımlama, yargılama, ölçü koyma, ahlakı sağlama gibi görevlere soyunuyor. Hal böyle olunca, kadını da kendi aklıyla tanımlıyor, kendi tanımlamasına uymayan kadını da sürekli ölüm cenderesinde tutuyor. Akıl, devamlı değişim ve gelişim içinde olmasına rağmen bu değişim her zaman ileriye olmamış, Aydınlanmayla beraber maalesef daha tahakkümcü bir özellik kazanmıştır. Aydınlanma aklı, duygusal aklın aşılmasıyla geliştirilmeye çalışılmış ve ancak üzerinde tahakküm kurabilen şeylerin bilineceğini ifade ederek kadınlar, doğa, hayvanlar üzerinde tahakkümünü uygulamıştır. Adorno ve Horkheimer,“Aydınlanmanın şeylerle ilişkisi, tıpkı diktatörün insanlarla ilişkisi gibidir” derken, Aydınlanmayla gelişen aklın, bu tahakkümcü özelliğine dikkat çekerler. Bilgi, tarih boyunca kadınların fısıldadıkları bir kelime, bilgelik de tanrıçaların özelliği olmuştur. Tüm bilimlerin kaynağı kadın emeği ve düşüncesi olsa da bugün bu alanlar korkunç bir talana uğramıştır. Devlet öncesi dönemde adaletin, bilgeliğin, doğayla ahenkli yaşamanın ifadesi olan kadın aklı, zaman içinde lanetlenmiş, kendisinden kaçılır olmuş ve sonunda erkek egemenliğine dayalı kültürlerde kadın sözüyle hareket eden erkek, erkek olamayacak kadar akılsız görülmüş ve ayıplanmıştır. İnsanın diğer canlılardan farkı, aklı ve düşüncesinin farklı bir boyutta gelişmiş olmasıdır. Ancak bu akıl ve düşüncenin nakşedilip anlam bulduğu ortam toplumsallık ortamıdır. Toplumsallık olmadan akıl ve düşüncenin gelişme şansı bulması çok zordur. Bu anlamda aklın doğuşu büyük bir uyanışı getirirken, bu uyanışta en önemli nokta kök hücremiz olan toplumsal akıldan kaçmamaktır. Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz tüm tahribatların en temel sebebi, insan olarak bu kök hücreden uzaklaşmamızdır. Toplumsal akıl normlarla, kavraşsallaştırmalarla şekil bulan esnek bir yapıya sahiptir. Toplumdan kopmayan, merkezine toplumu koyan akıl, yaşatan akıldır. Duygusal akıldan kopmuş analitik, kimyasal ve nükler silahlarla Kürt Özgürlük Hareketi gerillalarının katledilip, coğrafyamızı talan ettiğinde bu aklın nasıl canavarlaştığına bir kez daha şahitlik ettik. Önder Apo, manifestonun Doğa ve Anlam bölümünde İnsan, doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. İnsan, doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür değerlendirmesiyle çözümün doğadan kopmayan, toplumsal aklın geliştirilmesinde olduğuna vurgu yapıyor. Bu nedenle egemen, cinsiyetçi kodlamalarla kirletilen, erkeğe analitik, kadına duygusal aklı yakıştırarak aklı parçalayan tutumlardan arınarak, merkezine kadını, doğayı ve toplumu koyan aklı geliştirmek gerekiyor. Akıl, yalnızca bilgiyi toplamaz, bilgiyi bilgi yapar. Bazı insanlar için bilgisayar gibi aklı var denildiğini duymuşuzdur. Oysa akıl bizim kendisine verdiklerimizden daha fazlasını veremeyen o bilgisayarlardan daha fazlasıdır. Akıl, sorunları bir bilgisayar gibi çözmekle kalmaz. Dünyada olmayan şeyleri hayal eder, düşünür ve yaratır. Kadının kalıplara sığmayan akışkan enerjisi işte bu aklın ürünüdür. Bu akıl fedekardır, yaratıcıdır, insiyatiflidir, duyguludur, estetiktir, çalışkandır, adildir, aşk ve sevgiyle doludur. Yazar Irmtraud MORGNER, şimdiye kadar filozoflar dünyayı erkeğe göre yorumladılar fakat dünyanın değişimi, kadının yorumuna göre olacaktır diyor. Yani kadın aklı, sadece yorumlamakla yetinmeyen değiştirecek güce sahiptir. Bu güç ve akıl en fazla da genç kadınlarda mevcuttur.
Silava Dergisi’nin Beşinci Sayısı Çıktı!

Kuzey ve Doğu Suriye Genç Kadınlar Birliği’nin yayını olan Silava Dergisi, “Özgür Bir Kadının Mücadelesiyle Özgür Yaşamı Tanıyın” sloganıyla okurlarıyla buluşuyor. İki ayda bir Kürtçe ve Arapça yayımlanan derginin bu sayısının ana teması: Kadın Özgürlüğü. Önceki sayılarda Demokrasi ve Ekoloji konularını işleyen Silava, bu kez özgür yaşamın en temel sütunlarından biri olan Kadın Özgürlüğü üzerine yoğunlaşıyor. Önder APO’nun “Kadınlar özgür değilse, toplum özgür değildir” sözüne atıfla, kadın özgürlüğünün toplumsal özgürlükteki belirleyici rolü sayfalarımıza yansıyor. Bu sayıda: Önder APO’nun Kadın Özgürlüğü değerlendirmeleri, Genç kadınların özgürlüğe bakışı ve mücadele yöntemleri, Portre bölümünde Şehit Jiyan Tolhildan’ın direnişi ve Kobanê’deki mücadelesi, “Kadın Özgürlüğü” kavramının tarihsel ve toplumsal anlamı, Kaleha Keçikan hikâyesi ve Kürt kadın tarihine damgasını vurmuş Deyfê Xatun destanı yer alıyor. Silava Dergisi, genç kadınların sesi ve özgürlüğün izini sürenlerin yol arkadaşı olmaya devam ediyor. Dergiyi aşağıdan okuyabilirsiniz:
APOCU DÜŞÜNCEYİ GELİŞTİRELİM, YAŞAMDA KOMÜNALLEŞİP, ÖZGÜRLEŞELİM!

“Tarihsel toplum boyunca merkezi uygarlık güçlerinin saldırılarının olduğu her yer ve zamanda yurtsever ve direnişçi halk ve topluluklar öncülüğünde kendini savunma, örgütlenme ve eyleme geçme durumları sürekli gelişmiştir. Toplumlar özgür bir yaşama kavuşmak için arayışlarını egemen sistemin ideolojik-toplumsal yapısının dışında sürdürmüşlerdir. Bunun için de öncelikli olarak düşünce ve zihniyette başlayan hegemonik yapıya karşı sürekli kendilerini düşüncede örgütlemişlerdir. Düşünce ve zihniyet ile kendini koruma yöntemi her toplulukta farklı özsavunma yöntemlerini de açığa çıkarmış ve özsavunmasız hiçbir toplum kendini korumayı başaramamıştır. Bu temelde de topluma dayatılan yabancılaşma ve saldırı ne kadar büyük olmuşsa direnişler de o kadar büyük olmuştur. Özelde Kürt ve Kürdistan gerçekliğinde her birimiz buna şahitlik etmişizdir. Özgür ve diyalektik düşünce tarzından dolayı on binlerce kişi katledilmiş, yakılmış ve sürgün edilmiştir. Kendi düşünce yapısından ve yaşam tarzından kaynaklı yaşadığımız coğrafyalarda hâlâ bu katliam, soykırım, tutuklama, işkence ve sürgünler devam etmektedir. Çok yakın bir süreçte neredeyse her birimizin tanıklık ettiği bir Gazze gerçekliği, Dürzi halkına dönük yapılan katliam gerçekliğinin nedeni de aynı zihniyet yapısıdır. Kastik katil zihniyeti insanlığı öyle bir duruma getirmektedir ki, kendi gözleri önünde bir toplumun çocukları açlıktan ölmektedir. Fakat sahip oldukları toplumsal-komün düşüncesinde kaçma, terk etme, teslim olma yoktur. Toprak sevgisi varlık ile özdeş kılınmıştır. Sahip olduğun düşünce var olma gerçekliğindir. Bir irade beyanıdır. Yurtseverlik düşüncesi, toprak sevgisini, toplum sevgisini, inanç ve bağlılığı yaratmaktadır. Düşünce ve zihniyetin iradeye dönüşmüş ve eylemsel kılınmış gerçekliği bu anlamda tarihten günümüze bir direniş içerisindedir. Her düşünce tarzı bir kültür, karakter ve yaşam biçimini açığa çıkarır. Bu anlamda direnen de teslim olan da düşünce ve zihniyettir. Beden ve dili de harekete geçiren insan aklıdır. Burada kendimize yönelteceğimiz esas soru da şudur: Peki bizler nasıl bir düşünce yapısına, zihniyete sahip olmaktayız? Düşünce tarzımız bizleri direnişçi mi kılıyor, pasif mi kılıyor, yoksa bir Judenrat gerçekliğine mi sürüklemektedir? Kendi gerçekliğimize doğru yönelerek, doğru sorgulama ve çözümleme ile yaklaşarak Apocu düşünce tarzına ulaşabiliriz. Değerli Yurtsever Genç Kadınlar! Düşünce, zihniyet inşası, fikir üretimi dediğimizde esasında düşüncede doğruya ulaşma ve anlam yoğunlaşmasını yaratmanın adı olmaktadır. Düşünceden kopuk olan pratikler kişiyi köleleştirir. Toplumsallığa değil, kapitalist sisteme hizmet eder konuma getirir. Özellikle genç kadınlar olarak daha esnek bir düşünce yapısı, diyalektik düşünceyi geliştiren ve özgür düşünebilen, düşünceyi eylemli kılan bir gerçekliğe sahip olmamız gerekir. Önderlik; “Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasında kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Bu sistemde sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Hegemonik sistemin kulluğu somutunda eyleme daha önce hiç görülmediği kadar âdeta mekanik bir aygıt rolü oynatılmaktadır.” belirlemesinde bulunmaktadır. Dikkat edin, kastik katil sistemin tam da yaptığı bu olmaktadır. Sözden, düşünceden kopuk sürü toplumlar yaratmaktadır. Kastik katil dediğimiz zihniyet yapısı özelde kadınları hedef yapmakta ve kadın adeta kendi özdüşünce yapısına ihanet etmiş bir konuma getirilmiştir. Yine ezber olmaktan öteye gidememiş düşünce ve buna göre olan davranış ve mimikler de yaşam gerçekliğini bozmaktadır. Sahip olduğumuz düşünce bizlere değil, bir devlete, düşmana ait olmuştur. Düşünce ve eylemde uçurumlar yaratılmış ve ne söylediğimiz ne de yaptıklarımız bir hakikatin yansımasını yapmamaktadır. Düşünce gücüne, söze, inşa edilen bir bilince düşmanlık yaratılmıştır. Ana tanrıçanın örgütlediği komün toplumuna baktığımızda ise söz ve eylem birlikteliğini görürüz. Diyalektik düşünce tarzı ve simbiyotik bir ilişki hâkimdir. Komün yaşam tarzında zihniyet yapılanması herhangi bir hukuk, kanun ve kitaba göre oluşturulmamış ve kalıba sıkıştırılmamıştır. Kültür dediğimiz değerler toplamı da bu şekilde oluşturulmuştur. Kastik katil sistem ile yapılan ise modern adı altında kişileri uyuşturmaktır. Kısacası modern cahillik, kastik katil sistemdeki cahillik olmaktadır. Duyguları alınmış, hissetmeyen, uyuşturulan, düşünmeyen, bireysel ve bencil kişilikler ile sistemini yürütmektedir. Bunlardan en korkunç olanı da bilmemesine rağmen cahilliğini aydın olma ile gösteren, topluma yabancılaşan kesimlerdir. Bilmediğini dahi bilmeyen cahillik, düşünce gücünü, bilgeliğin özünü saptırdıkça cehaletin içeriği de böylece değiştirilmiştir. Günümüz gerçekliğinde de bütünüyle tersyüz edilmiş ve çarpıtılmış bir durum söz konusudur. Doğru bildiğimiz ve bize öğretilen düşünceler, düşüncesizliği yaratarak kişiyi en zavallı, bilemez ve anlayamaz hâle getirmektedir. Dikkat edin; dogma, tutuculuk, kalıp ve ezberler dediğimiz alışkanlıklar ve bize öğretilenler bir düşünce tarzı, üslup, yaklaşım ve karakter halini almıştır. Tutuculuk dediğimiz şey muhafazakârlıktır ki dogmatizm de bununla bağlantılıdır. Akıcılığın, yaratıcılığın, yeniliğin, değişim ve dönüşümün önünde en büyük engel olmaktadır ki bu özellikler kadın ve gençlik kimliğine, evrenin diline ters bir durumdur. Kadın ve gençliğin düşünce yapısı esnektir ve özgürlükte esnekliği gerektirir. Esnekliğin ve diyalektik düşünce tarzının zayıflamış olması özgürlüğün de zayıfladığı anlamına gelir. Özellikle Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de örgütlü bir gücü yaratmamanın esas sebeplerinden biri özgür düşünceyi kendimizde yaratmamamızdır.”
Dengesini bulan kadın enerjisi, hayatı dengede tutar

Sima Çırav’ın Kaleminden Dengesini bulan kadın enerjisi hayatı dengede tutar Bilinen ve halen bilinemeyen yanlarıyla hayat dediğimiz şey salt üzerinde yaşadığımız dünya ile sınırlandırılamaz. Ve hiçbir şey biz var olduğumuz için var olmaz. “Onlar” var olduğu için biz varızdır. Tespit edilebildiği kadarıyla hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir. Her şey arasında bir sebep ve neden ilişkisi bulunur. Bu, evrenin temel felsefik ilkesidir. Evrende bulunan her şey birbiriyle ilişki, çelişki ve birlik içerisindedir. Dengesini zıtların uyum ve ahenginde bulur. Evrenin bir parçası olarak biz de hep bir uyum, ahenk ararız. Zıtlıklarımızla, çelişkilerimizle, komple bir yaşam için çabalar, didiniriz. Bazen zıtlıklarımızdan, çelişkilerimizden doğan büyük çatışmalara gireriz. Tıpkı engin sularda dev dalgalarla boğuşan bir sörfçü gibi, ölecekmiş gibi oluruz. Ama dalgalarla mücadele, içsel direnç, bizi kıyıya vurduğunda bulanık görüşümüz yeniden aydınlanır, bakış açımız netlik kazanır. O an alınan derin nefes, ciğeri acıtsa da yaşamla olan bağımızı daha fazla güçlendirir. Hayat, kendimizden başlamak üzere yeryüzündeki her şey ile birlikte yeniden anlam kazanır. Yıldızlar uzak olsa da tüm ihtişamıyla gece gökyüzümüzü aydınlatır. Bizden milyarlarca ışık yılı uzak olsalar da karşılıklı bir etkileşim içerisine gireriz. İçsel, hatta fiziksel bir enerji de biz yayarız. O yıldızlardan ulaşan ışığın benliğimizde oluşturduğu duygunun gücüyle karşılıklı ışıldarız. Fakat insanın o ışıltısı gözle gözükecek derecede değildir. Ya da onu görecek göze henüz sahip değilizdir. Bildiğiniz gibi insanın da bir ışığı, pırıltısı olduğu bilimsel olarak kanıtlandı. Gözle görülemezse de insan da evrendeki her canlı gibi içsel enerjisini ışık biçiminde gibi yansıtır. Peki, bu enerji dediğimiz şey nedir, nasıl açığa çıkar? Enerji nedir, enerjinin türleri nelerdir? En genel anlamıyla enerji, “iş yapabilme kapasitesi” olarak tanımlanır. Bir sistemin ya da çarkın durumunu değiştirebilme kabiliyeti de diyebiliriz. Güç olarak da tarif edebiliriz. Fakat burada tarif ettiğimiz güç sömürücü bir güç değildir. Etki alanı geniştir ve o alandaki her şeye nüfus eder. Enerji çeşitli formlarda bulundur. Örneğin: mekanik enerji yani hareket, termal enerji yani ısı, elektrik enerjisi yani elektronların hareketiyle ortaya çıkan, bir noktadan diğerine akan enerji, kimyasal enerji yani atomların ve moleküllerin bağlarında depolanan potansiyel enerji, nükleer enerji yani maddenin çekirdeğinde depolanan enerji formları vardır. Enerji, bir formdan diğerine dönüşebilme kabiliyetine sahiptir. Tıpkı suyun potansiyel enerjisinin elektriğe dönüşmesi gibi. Bilimin vardığı noktaya göre enerji yoktan var edilemez veya yok edilemez ama dönüşür. Kuantumun da enerjiye yaklaşımı aynıdır. Evrenin oluştuğu ilk andan itibaren enerjinin sabit olduğu kabul edilir. Enerjinin temel kaynağı ise; güneş, rüzgar, su, jeotermal (yerin derinliklerindeki ısı), petrol, kömür, doğalgaz ve nükleer enerjidir. Enerji kendi içerisinde yenilenebilir enerji ve yenilenemez enerji olarak ayrışır. Bu konuya çok girmeyeceğim. Her bir tanım yeni bir açıklamayı gerekli kıldığından konun uzamaması açısından şunu belirtmek mümkün: Canlılar hayatta kalmak, büyümek ve hareket etmek için enerjiye ihtiyaç duyar. Örneğin bir ayçiçeği bitkisi, topraktan beslendiği gibi, sudan da beslenir. Fakat en önemlisi güneştir. Güneş ışığı ayçiçeğinin ana enerji kaynağıdır. Gündoğumundan günbatımına kadar ayçiçeği yüzünü güneşten ayırmaz. Dünyadaki tüm canlılar da aynıdır, enerjisini güneşten alır. Ama her canlının güneşten enerjisini alma biçimi farklıdır. Enerji kaynağının insan üzerindeki etkisi İnsan, güneşin ışınlarının geçtiği bitkiden meyveye, sudan ete kadar pek çok biçimde güneşten enerjisini alır. Güneş enerjisi genel olarak insanda serotonin etkisi yapar. Yani mutluluk hormonu dediğimiz şeyi oluşturur. Güneş; beyinde ve vücuttaki pek çok şeyin sinir hücrelerinin düzenli olarak fonksiyonunu yerine getirmesini sağlar. Doğru çalışan her sinir hücresi yani her sinir hücresinin doğru sinyal göndermesi bizim ruh halimizden davranışlarımıza kadar her şeyi değiştirir. Örneğin mutlu, enerjik bir insan olunca üreteci yanımız, öğrenme yanımız daha fazla artar. Yaşam kalitemiz gibi bakış açımızda ivme kazanır ve değişir. Tersi bir durum da doğrudan ruh halimizi etkiler. Sürekli mutsuz olmak, memnuniyetsiz bir ruh hali açığa çıkaracağı gibi, bu bizim çevresel, toplumsal ilişkimizi de belirler. Sürekli depresif ruh halleri, toplumsal ilişkiden, bireyin genel sağlığına kadar her şeyi bozabilir, çökertebilir. Dolayısıyla enerji dediğimiz şey öyle basit bir durum değildir ve sözüne ettiğimiz enerji de salt bedensel değildir. Beden ve ruh bütünlüğü yediğimiz yiyecekten, çevresel faktörlere, toplumsal ilişkilere kadar her şeyi içerir. Yaşamı kolaylaştırmak için kullanılan araçlar da buna dahildir. Negatif ve pozitif enerjinin yansıması “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” özdeyişi vardır. Bu özdeyiş salt fiziki özellikleri kast etmez. Fizik kadar ruhsal, düşünsel olarak da sağlam bir insanı tarif eder. Biz buna ahlaki- politik yaklaşım, hatta felsefik bakış açısını da ekleyebiliriz. Çünkü düşüncenin de dayandığı ahlaki-politik, kültürel, felsefik bir temel vardır. İnsanı insan kılan en önemli şey de o ahlaki-politik yapısıdır. İnsanın bu yapısını da en iyi davranışlarından, iş yapabilme kapasitesinden ve bunu bir ayna gibi yansıtma gücünden anlayabiliriz. Elbette burada sözüne ettiğimiz enerji türü pozitif, olumlu anlamdaki bir enerjidir. Altını kalın çizgilerle çizerek ifade etmek gerekirsek, negatif enerji de en az pozitif enerji kadar etkilidir ve sonuç alıcıdır. Örneğin Ortadoğu’da “nazar” denilen bir olgu vardı. Bilimsel olarak tanımlanmasa da nazar, kötü enerji demektir. Bilimsel olarak herhangi bir veri olmamakla birlikte “nazara gelen” kişi ya da kötü enerjiye maruz kalan kişi, küçük ya da büyük herhangi bir kazaya uğrayabilir. Başına türlü türlü bela gelebilir. Nazarın bir kişiden diğerine göz temasıyla geçtiğine inanılır. Göz temasında nazara uğrayan ya da kötü enerjinin etkisine giren kişi ne olduğunu tespit edemediği ruhsal, düşünsel bir darlığa düşer. Tanımlayamadığı bu kötü ruh hali nedeniyle boğulacak gibi olur. Her şey üstüne üstüne gelir. Kişi, kötü enerjinin etki alanından çıktıktan sonra bile kendine gelemez. Çünkü kötü enerji bireyi adeta hapseder. Bu nedenden dolayı olumsuz enerjinin etkisi uzun sürebilir. Bu tür durumlarda bir bardağın, camdan bir eşyanın kırılması uğrulu kabul edilir. İnançta camdan bir nesnen kırılması kötü enerjinin de kırılması ve bulunduğu mekanı terk etmesi anlamına gelir. Bunlar bilimsel olmamakla birlikte yüzlerce yıl deneyimlenerek günümüze kadar gelmiştir. Karşılıklı pozitif enerji Bir insanda hem negatif hem de pozitif enerji aynı anda bulunur. Fakat biri diğerinden her zaman daha ağır, daha baskın gelir. Bu kişinin düşünüş, karakter, hayata bakış açısı, çevresel ve toplumsal etkileşimiyle paralel gelişir. Gündelik yaşamda da bir insanı tanımlarken bu iki enerji yansımasıyla tanımlarız. Eğer kişi düşüncesiyle, davranışlarıyla karşıdakini olumlu anlamda etkiliyorsa, dinamikleştiriyorsa, mutlu kılıyorsa ve aynı zamanda kendisi de bunu yaşıyorsa ortaya bir sinerji çıkar. Sinerji karşılıklı enerji akımını, birlikteliği tanımlar. Bu pozitif bir enerjidir. Her şeyden önce düşünsel bir akış söz konusudur. Ve düşünce de bir
“BİZ NARKİSOS DEĞİLİZ, ANALARIMIZIN KIZLARIYIZ”

Roşan Semsur Yazdı “Kendi tarihini yazamayanlar, başkalarının kendileri için yazdıklarına mahkum olurlar. Her egemen erkeğin yaşamasa da yazdığı bir tarihi var. Yani bizlere, yaşanmış olaylar olarak bellettikleri tarih, aslında yaşanan değil, egemen erkeğin kaleminden dökülen süslü birer kahramanlık hikayesinden ibaret. Bu nedenle tarihini doğru okumamanın acısını en çok yaşayan, en çok tarihsiz bırakılan, kendisine atfedilen tarihi ise baştan aşağı bir çarpıtma olan biz kadınlarız. Oysa tarihi doğru okumak, kendini tanımaktır. Neyin bize ait olduğunu, neyin ise yakıştırma olduğunu anlamaktır. İnsanlar, karşı olduklarına benzeşmez, onlara karşı savaşır ve mücadele ederler. Bu nedenle genç kadınlar olarak işe “Bu özellik bana ait değil aksine; gözlerinin içine baka baka kendisine karşı durduğum ve mücadele verdiğim erkek egemen sistemin bir özelliğidir” diye başlamak gerekiyor. Bunun bilincinde olmak, genç kadınlar olarak içine düşürüldüğümüz kara delikten daha erken kurtarabilir bizi. Tarih, birçok hakikat arayışçısının ve hareketin, karşıtlarına benzeşmesi gibi bir tehlikeyi hep yanı başlarında taşımalarından çıkarılması gereken derslerle dolu. Hal böyle olunca, karşı durduklarımızı daha fazla tanımayı, neyin erkek aklını, neyin kadınları ve toplumu temsil ettiğini tez elden saflığa kavuşturmamız gerekiyor. İşte bu, biz genç kadınların en büyük öz savunma mekanizması oluyor. Önder APO, hakikate giden yolda sadece bir yöntemi esas almaz, hatta bir tek yöntemle hakikate ulaşılamayacağını ifade eder ve hakikate ulaşmada bir yöntem olan mitolojiye ilişkin şu değerlendirmeyi yapar; “İnsan topluluklarını kavramada temel bir yöntem olarak mitoloji vazgeçilmez önemdedir. İnsan zihnini ütopyasız, mitolojisiz bırakmak, bedeni susuz bırakmaya benzer. Mitolojik anlatım gerçeğin çok gizlenmiş ifadesidir. Mitolojilerde mutlaka bir hakikat gizlidir”. Bu minvalde mitolojilere dayanarak günümüzde de sıkça kullandığımız ve maalesef genelde kadına atfedilen bir kavramdan bahsetmek istiyorum. “Narsis”; kendisini beğenen, kendine sevdalı, kendine aşık…Tabi, bu kavramın mitolojilere kadar dayanan köklü bir tarihinin olduğunu söylemeden geçmek olmaz. Bu nedenle, Yunan mitolojisinde bir kahraman olan Narkison`un trajik hikayesine kulak vermek lazım. Rivayete göre Narkisos, güzelliğiyle kadınların aklını başından alan bir gençmiş. Birçok kadın Narkisos’un etrafında dönse de kibirli Narkisos kimseyi beğenmez, sadece kendisiyle ilgilenirmiş. Hatta saatlerce ayna başında oturup kendini izlediği, günlerini kendisiyle meşgul olarak geçirdiği de anlatılan hikayeler arasındadır. Bir gün çok güzel bir peri kızı olan Ekho, ormanda Narkissos`u görür ve ilk görüşte aşık olur. Ancak büyük aşkına Narkisos’un küçümseyen bakışlarından başka karşılık bulamayan Ekho, günden güne erir ve sonunda bu aşkın derdinden de ölür. Ekho`nun kemikleri kayalara, sesi de kayalardaki yankılara dönüşür. Ekho ölmeden önce “umarım öyle birine aşık olursun ki sana hiç yüz vermez ve bu aşkla sararıp solarsın “diye de beddua eder Narkissosa. Rivayet o ya, bir gün göl başına giden avcı Narkisos, sudaki aksine aşık olur. O zamana kadar kimseyi sevmeyen Narkissos sonunda kendisini sevmiştir. Kendisine aşık olan Narkissos günlerce sudaki aksine bakıp durur. Gözünü sudaki aksinden alamaz, yerinden kalkamaz olur. Ne su içebilir ne de yemek yiyebilir. O da tıpkı Ekho gibi karşılıksız aşkın derdinden günden güne erimeye başlar ve sudaki aksini seyrederek ömrünü tüketir. Öldüğü yerde ise hepimizi kokusu ve güzelliği ile mest eden Nergis çiçeği boy verir. Geçmişe ve hakikate ilişkin bilgiler içeren mitolojilerle biraz da bugünü değerlendirmek gerekiyor. Kendini beğenmek, gelişimimiz önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımızda duruyor. Kendini beğenmek, yani tamamlandığını sanmak. Peki, tamamlandığını düşünen kadın nasıl yeni arayışlara girebilir Ya da yeni arayışlara girme çabasını, ihtiyacını ne kadar kendinde görür, hisseder, ister? Önderlik” Kadında taşınan enerji hem daha fazladır hem de bu enerjinin niteliği farklıdır. Toplumsal doğada erkek enerjisi iktidar aygıtlarına dönüştüğünde maddi formlar, biçimler halini alır. Kadında ise enerji ağırlıklı olarak form haline, biçimselliğe gelmez. Enerjisi akışkan halini korur. Dondurulmamış kadındaki güzellik, şiirsellik, tını kabiliyeti ağır basan bu enerji haliyle yakından bağlantılıdır.” diyor. Yani, kadında akışkan halde olan enerji hep arayışta olan enerjidir. Durmak bilmez, form almaya, kafese kapatılmaya karşı hep harekette, hep arayıştadır. Tabi buradan kadındaki enerjinin başına buyruk olduğu sonucu çıkarılmamalı. Hegemonlar tarafından kendisine biçilen deli elbisesini kabul etmemek, dogmatizme karşı esnek ve kıvrak bir zekaya sahip olmaktır asıl olan. Yani kadın, yaşamının rotasına arayışı koyarak hep yolda olandır. Kendimize sormamız gereken önemli bir soru,Neden bizi kendimize sevdalı hale getiriyorlar, yakmamız gereken kişiliklerimiz orta yerde dururken, neden aynalara ille de büyülenerek bakmamızı istiyorlar Çünkü kendisini beğenen kadının aramayacağını, keşfetmeyeceğini biliyorlar. Bu yüzden keşiflerimizin, gelişimimizin önüne Narkisos`un aynasını kalın surlar gibi örüyorlar. Fakat bu çarpıtılan hakikatlerin karşısında direnerek bugünlere kadar gelebilen bir Tanrıça Kültürü var. Bize unutturmaya çalıştıkları en büyük hakikat Tanrıça İnanna`nın kızları, Ninhursag`ın torunları olduğumuz. Ananın yaratımları anlamına gelen, sanatı, kültürü, bunların kurumlarını ve dili ifade eden ME`leri Zagros ve Toroslardan alarak insanlığa mal eden Tanrıça İnanna`nın kızlarıyız biz. Değer yaratmakla kalmayıp, yarattığı değerlere göz koyanlara karşı yerin yedi kat altına girmek ya da sevdiğinden vazgeçmek gerekse de, her türlü kavgayı göze alan, erkekleri karşısında tiril tiril titreten Tanrıça İnanna`nın kızlarıyız. Derler ki, kızlar analarına çekerler. Öyleyse İnanna`nın, Tanrıça Kültürünün söylediklerine kulak verelim. Önder APO kadın eşittir komünalliktir. Kadın, Tanrıça İnanna`nın elinden alınan değerleri yeniden kazanmak istiyorsa, bunun vazgeçilmez aracı demokratik komündür. dedi. Toplumsallık dışında bir yaşamın mümkün olmadığını görerek, toplumsallığın hücresi olan komünleri geliştirelim, üretelim, büyütelim, örgütleyelim. Hakikatimizin ayna karşısında kendisine methiyeler dizen Narkisos`da değil, toplumsallık için savaşan, her güne yeni buluş ve yaratımlarla katılan Tanrıça İnanna`da gizlendiğini görelim. Hakikati arayan dervişlerin, ancak kendilerini aştıkları zaman aynalara baktıkları söylenir. Çünkü onlar bilirler ki artık aynada gördükleri kendileri değildir sadece. Onlar, aynada yıllarca aradıkları hakikati ve onları bu hakikate ulaştıran yol arkadaşlarını görürler. Bizler aynalara bakma zamanımız geldiğinde, aşık olacaksak o surete değil, suretin içindekine aşık olmalıyız. O suretin aynada görünmesi için bu zorlu yolda yanımızda olanları, dikenli yolları bizim için temizleyenleri görebilmeliyiz. Bizi biz yapanları, bize anlamlı bir yaşamın kapısını aralayanları, aynalara bakacak kıvama gelmemizi sağlayan yoldaşlarımızı, analarımızı, Tanrıçaları görebilmeliyiz. Aynalara, gerçekten hakikati görebilme cesaretini kazandığımızda bakmalıyız. Yoksa sahteliklerle kendimizi kandırmaktan daha kolay bir şey yoktur şu dünyada. Ama gerçeği görmek cesaret ister, gerektiğinde uğruna baş vermeyi ister. Tarih böyle olunca iki şeyi doğru anlamak gerektiği sonucuna varıyor insan. Birincisi, kendine sevdalanmanın biz kadınların bir karakteri olamayacağı. İkincisi ise kapitalist modernitenin biz kadınlara yakıştırdığı bütün kavramlara kuşkuyla bakmak . O zaman bizi geriye çeken bu özelliklerden temizlenebilir ve asıl kültürümüz olan Tanrıça Kültürüyle buluşabilir ve anamızın kızı olabiliriz.”
GENÇ KADINLAR! SANALLIĞA, HAYATI KARARTAN PEMBE HAYALLERE, ERKEKÇİ SİSTEMİN TÜM TUZAKLARINA ŞİMDİ HEMEN “HAYIR” DEMENİN ZAMANIDIR!

Çocukluk anlam doğuşudur, Gençlik doğan anlamın çeşitlenmesi, taşması, kuvvetlenmesidir. Genç Kadın olmak ise hem çocukluğun, hem gençliğin ve hem de kadınlığın enerjisini, kuvvetini, çeşitliliğini kendinde toplamak, bu anlamda dinamizmi maximum düzeyde yaşamak demektir. Biyolojik ve toplumsal evrimde, genç kadının durumu böyle bir gerçekliği ifade eder. Doğanın ve kadınlığın enerjisi böyle bir buluşmayı yaşar genç kadında. Genç kadın bu anlamda büyük bir yaşam enerjisi, gücü ve taşıranıdır. Bu taşınan büyük potansiyel, erkek egemenlikli sistem tarafından da erkenden fark edilmiş ve erkekçi sistem kurguları en başta genç kadındaki bu büyük yaşam enerjisinin çalınmasına, öldürülmesine dayandırılmıştır. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, genç kızların soldurulup ruhen ve fiziki katledilişine tanık olunur. Genç kızların güçlerinin çalınışı, öldürülüşü, esasta toplumsal komünal gücün çalınışı, öldürülüşü olur. Tabii burada öldürme derken, salt fiziki yaşamına kast etme anlamında değildir. Bunu da içermek üzere ancak esasta ruhsal düşünsel, ve duygusal kast eden, bilinçleri dumura uğratan, erkekçi sistemlerin temelini teşkil eden ve yine bu sistemlerin devamını garantileyen bir politikadır. Herhangi bir politika değildir, sürekliliği olan ve gerçekten egemenlikli sistemler için yaşamsal olan bir politikadır, zihniyettir. Toplumsal yaşam çocukluktan ve bir de işte bu gençlik aşamasından başlamak üzere zehirlenir, toplum klasik egemen-köle ikileminde terbiye edilir. Toplumsal yaşamın temel özneleri olan kadın ve erkek için bu terbiye yöntemleri ayrı ayrı, ama birbirini gerilikte, sömürüde, eşitsizlikte ve özgürsüzlükte muazzam tamamlayan, bütünleyen bir biçimde uygulanmaktadır. Erkeğe hep hükmedici, belirleyici, abartılı bir kimlik tanınırken, kadına da boyun eğici, uslu, hanımefendi, silik bir kimlik tanınır. Özne-nesne ikilemi, en derinden ve en çarpıcı bir biçimde erkek-kadın kimliklerine tanınan rollerde görülür. Bu role göre erkek öznedir, kadınsa nesnedir. Toplumsal cinsiyetçiliğin tanımladığı bu lanetli kimliğin dışına çıkan kızlar ise ya cadı ya şeytan ya da ipe sapa gelmez kızlar olarak tanımlanır ve toplumdan dışlanırlar. İnsanı terbiye etmenin en eski yöntemi, ta neolitik çağlardan beri içinde bulunduğu topluluktan dışlanması, kovulmasıdır. Ve egemenlikçi sistem tüm komünal değerlere düşman olmasına rağmen, komünalizmin bu ahlaki yaklaşımını, kendi ideolojisine göre kişiyi terbiye etmede temel bir yöntem olarak belirlemiştir. Genç kızlar yaşam enerjilerinin en yoğun ve en dinamik olduğu bir çağda, en geri ahlaki yasalarla ‘havuç ve sopa’ yöntemleri ile eğitilirler. Erkeklere nasıl tabi olacakları, kendi bedenlerini, düşüncelerini, duygularını, dillerini nasıl bastıracakları ve mimiklerini nasıl standartlaştıracakları gibi -daha da ayrıntılara girilebilir- erkek merkez alınarak geliştirilen davranış biçimleri öğretilir. Elbette ki kendi özgücünden, doğal akışından koparılan genç kadında, önce dıştan dayatılarak öğretilen baskı, giderek oto baskıya dönüşür. Kimse böyle baskı geliştirmese dahi, bu ucube ve erkekçi sisteme göre geliştirilen davranışlar, düşünce ve duygu biçimi artık içselleşmiştir, kendi kendine bunu uygular. Toplumsal cinsiyetçilik genç kadında böyle geri bir kimliğe dönüşmüş, kadın kendine yabancılaşmaya başlamış, uçurumdan aşağı gidiş süreci startını almıştır. Nûçe Ciwan, [13.07.2025 15:16] Genç kadınlık bu yüzden çok ağır bir süreçtir. Fiziksel, ruhsal, düşünsel büyümeye, gelişmeye doğru giden genç kadın, bin bir türlü canavarın olduğu bir ormanda yapayalnız kalmış gibidir. Her tarafından tuzaklar kurulmuştur. Ailede, okulda, işyerinde, sokakta, ilişkilerinde, düşünülebilecek her yerde hemen fark edilemeyen, binlerce tuzak vardır. Erkek egemenlikli sistemin kurmuş olduğu bu tuzaklar, genç kadının kendi doğasında, özünde var olan iradeyi, güzelliği, anlamı daha kendine-kadına, topluma ait hale gelmeden, erkeğin her türlü iradesine boyun eğdirmek, kendi pis hizmetlerine koşturmak içindir. Bu çok kaba tabir, hemen hemen tüm genç kadınların karşılaştığı bir durumdur. Beş bin yıldır genç kadınlar, işte bu uslu akıllı kız, hanmefendi, ailenin iyi kızı hikayeleriyle kandırıldı, tamamen sisteme boyun eğer hale getirildi. Bir de bu terbiyeyi kabul etmeyip buna isyan eden genç kadınlar vardır. Tabii bu da çok önemli bir boyuttur. Çünkü erkekçi sistem, kendi tedbirlerini o kadar çok yönlü almıştır ki, genç kadın isyanında bile pişmanlığa sürüklenir. Örneğin ailesine, babasına, geleneklere isyan eden bir kadın, öncelikle evden kaçmayı, kendi yaşamını kendi kurmayı hayal eder ve bunu yapar. Ancak yaşam tecrübesi ve egemen erkek tahlili hemen hiç olmayan genç kadın, daha isyanının ilk adımında, erkeklerin çirkin tuzaklarına düşer. Nice genç kadın, isyanının ilk aşamasında genelevlere düşmüş ya da özel evlerde evdeki babasından, abisinden daha beter erkeklerin elinde yaşamı zehir hale gelmiştir. İsyanında korkunç teslim alınmıştır. Bu sinsi tuzakların sayesinde erkeğe isyanı, erkeğe teslimiyeti getirmiştir. Erkekçiliği bir sistem olarak göremeyen genç kadın, bir erkekten kurtulmaya çalışırken, başka bir erkeğin kollarında can çekişir. İşte korkunç bir kısır döngü. Tarih bunları yazmaz ama binlerce yıldır kaç milyar kadın bu değirmenin taşları arasında ezilmiş, çiğnenmiş, fiziken ve ruhen katledilmiştir. İşte bu yaşamın tek renkli hale getirilmesi, nesneleştirilmesi, silikleştirilmesi anlamına gelir. Yaşamda kadının dilinin, sesinin, iradesinin silikleştirilmesi, o yaşamı çekilmez, çirkin ve tek taraflı hale getirir. Kadının dilsizliği, doğanın dilsizliği, nihayetinde yaşamın dilsizliğidir. Ve erkekçi sistemler bu dilsizliği, önce genç kadında başlatırlar. Çokça belirtildiği gibi egemen erkek sistemin “önce kadını vur” ilkesi, aslında “önce genç kadını vur” ilkesidir. Kadını gençken vurur ki ya ölsün ya da ömür boyu yaralı kalıp can çekişsin. Çağımızın sosyalizm mücadelesi, bu anlamda önce kadınları, genç kadınları erkekçi sistemin tuzaklarından kurtarma ve bu tuzakların dışında bir yaşam alanını yaratmaktan geçmektedir. Bu öyle geçmişte olduğu gibi hep geleceğe ertelenen bir devrim anlayışıyla ele alınamayacak düzeyde ciddi ve yaşamsal bir tutumdur. Bilinçle birlikte yaşanan an’da mücadele edilmesi ve inşa edilmesi gereken bir zihniyettir. Komünal değerler genç kızlarımızın iradesinin, bedeninin, ruhunun ve bilincinin yok edilmesi ile zehirleniyor, kirletiliyor ve hatta korkunç düzeylerde marjinalleştiriliyor. O halde çağdaş komünalizm mücadelesi olan sosyalizm mücadelesi, bu en temel ve kilit soruna mutlaka el atıp çözümlemek zorundadır. Nûçe Ciwan, [13.07.2025 15:16] Tabii ki buradaki temel özne başta genç kadınlar olmak üzere tüm kadınlar oluyor. İşte bu nedenle 21. yüzyıl kadınlar ve halklar yüzyılıdır. Çağımızın sosyal mücadelesinin garantisi, temel zafer gücü, kesinlikle kadınların ve halkların iradesinin katıldığı bir yaşam sistemini kurmaktır. Artık devrim ve çözüm dediğimiz gerçeklik, an’lar, yıllar sonrası gerçekleşecek bir hayal, ütopya, kurgu değildir, şimdiden yaratılan bir gerçekliktir. Bunun anlaşılması çok önemlidir, çünkü aslında çağlar boyunca verilen özgürlük mücadelelerinin bir yetersizliği de buradadır. Bildiğini oldurmak denilen de budur aslında. Kadının köleleştirilmesine, iradesizleştirilmesine karşı özgürlüğü istediğimiz ve bildiğimiz anda kendimizde ve yaşadığımız toplumsal sistem içerisinde bu özgürlüğü oldurma, inşa etme görevi-sorumluluğu ile karşı karşıyayız demektir. Binbir tuzakla dolu egemen sistem içerisinde, kadın özgürlük yaşam alanları açmak mümkündür. Özellikle de genç kadınlar bu konuda çok önemli bir sorumluluk taşımaktadırlar. Genç kadın, soldurulmak,